R: 13 / I: 3
Ben bazen düşünüyorum. Cidden. Yani mesela şu an bir ormanın içinde yürüyorsun diyelim. Ağaçlar var, kuşlar ötüyor, rüzgâr bir yaprağı alıp sürüklüyor. Her şey kendi hâlinde. Ama orada bir düzen var. Görünmeyen bir bağ. Hayvanlar birbirine haber veriyor, ağaçlar yağmuru hissediyor, toprak bir şekilde canlı. Biz bunu önce fark ettik, sonra da taklit ettik.
Bluetooth dedikleri şey mesela… Bu nasıl bir fikir gerçekten? Cihazlar birbirine dokunmadan bağlanıyor. Sadece bir frekansta buluşuyorlar. Kulaklıkla telefon konuşuyor. Saatle müzik senkronize oluyor. Bunu ilk düşündüğünde insan “büyü mü bu?” diye soruyor ama değil. Bir Viking kralından almış adını, Harald Bluetooth. Çünkü bu adam zamanında kuzeydeki kabileleri birleştirmiş. Yani birbirinden kopuk şeyleri bağlamış. Şirketler de demiş ki “bu da aynı onun gibi, cihazları birleştiriyor.” Hoşlarına gitmiş. Bir kablosuz iletişim sistemi gibi görünse de, aslında fikir çok daha eski.
Bu işler, yani böyle görünmeyen dalgalarla bir şeyler yapmak, 1800’lü yıllara kadar uzanıyor. Maxwell diye biri, elektromanyetik dalgaların varlığını hesapladı. Sonra Hertz çıktı, bu dalgaların gerçekten var olduğunu deneyle gösterdi. Bu olaylar yaşanırken daha televizyon bile yoktu. Ama insanlar durmuyordu. Bir şeyin varlığını görmek zorunda değillerdi; yeter ki onu hissedebilsinler. Sonra Tesla, Marconi, radyo yayını, radarlar, savaşlar… Derken 20. yüzyılın sonuna doğru biz artık kablosuz şeyleri normal karşılamaya başladık.
Ama Wi-Fi… işte o başka bir hikâye. O tam bir “nasıl ya?” icadı. 1997 yılında ilk standart çıkıyor. IEEE 802.11 diye bir şey. Çok teknik duruyor ama yaptığı şey şu: senin modemin, havaya küçük küçük veri paketleri gönderiyor. Bilgisayarın, telefonun da onları yakalıyor. Arada kablo yok. Görünür bir şey yok. Ama çalışıyor. Sanki sincap ağaca zıplarken bir şey söylüyor ve öbür sincap onu anlıyor. Aynı onun gibi. Hatta bugün ağaç köklerinin bile mantar ağıyla iletişim kurduğu keşfedildi. Adına “Wood Wide Web” dediler. Ormanlarda yerin altı aslında görünmeyen bir internet ağı gibiymiş. Ağaçlar, ihtiyaç duyan başka bir ağaca şeker gönderiyormuş mesela. Bu deli bir şey.
Biz doğadan bakarak öğrendik. Dalgaları gördük. Kuşların yön bulmasını, balinaların kilometrelerce öteden sesleşmesini, arıların dansla haber vermesini… dedik ki “bunu nasıl kendi cihazlarımızda yaparız?” Bilim birden doğdu sanıyoruz ama aslında o hep vardı, biz sadece onu tanımladık.
Şimdi düşün: telefonunu alıyorsun, kulaklığı takıyorsun, bir şeyler dinliyorsun. Kablo yok. Ama bağlantı var. Hissedilmeyen bir bağ. Aynı ormanda yürürken duyduğun o rüzgâr gibi. Bluetooth belki sadece müzik dinletiyor. Wi-Fi seni sadece internete sokuyor. Ama arkasındaki fikir: “dokunmadan da bağlanabilirim” fikri… o çok daha eski.
Bazen bakıyorum da, biz her şeyi doğadan çalmışız. Kuş gibi uçmak istedik, uçak yaptık. Balık gibi yüzmek istedik, denizaltı yaptık. Orman gibi konuşmak istedik, Wi-Fi yaptık. Ama belki de en ilginç olanı şu: doğa hep çalıştı. Sessizce. Görünmeden. Ve biz onu yıllar sonra anlamaya başladık.
O yüzden, bir gün bir video gördüğünde, ağaçların ortasında durup “insanlık buradan Bluetooth çıkarmayı nasıl başardı?” diye sorarsan, cevap şu olabilir: önce dinledik, sonra sorduk, sonra taklit ettik. Hepsi bu.